Dr. Ahmet Özyiğit 1981 yılında Kıbrıs'ın Mağusa ilçesinde dünyaya geldi. Özgen ve Dr. Savaş özyiğit'in üç çocuğunun en küçüğüdür.

1998 yılında lise eğitimini Türk Maarif Koleji'nde tamamladıktan sonra Amerika'nın Kansas eyaletinde ekonomi alanında lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sonrasında yine aynı bilim dalında doktora eğitimini tamamlayan Özyiğit, bu alanda birçok makale yayınlamıştır.

Sonraları tıp bilimine ilgi duymaya başlayan Özyiğit, University of Nicosia Tıp Fakültesi'nde tıp eğitimi aldı. Bu eğitimin yanı sıra Leeds Üniversitesi'nde Klinik Embriyoloji üzerine yüksek lisans sonrasında University of South Wales'den de Endokrinoloji alanında lisansüstü eğitim aldı.

Eklektik bir akademik geçmişe sahip olan Dr. Özyiğit, özellikle kilo verme, metabolizma ve sağlıklı yaşlanma üzerine klinik çalışmalarını sürdürmektedir. American Academy of Anti-Aging Medicine'in aktif üyesi olan Dr. Özyiğit, hastalarına anti-aging, kilo verme ve beyin fonksiyonu iyileştirici tedaviler uygulamaktadır.

Kardiyovasküler Sağlık, Risk Belirteçleri ve Erken Tanı

Kalbinizi Sessizce Tehdit Eden Riskler: Kardiyovasküler Sağlık ve Erken Tanı

Kalp ve damar hastalıkları, dünya genelinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da uzun süredir başlıca ölüm nedenleri arasında yer almaktadır. Her yıl milyonlarca birey, büyük ölçüde önlenebilir nedenlerle kalp krizi, inme veya ani damar tıkanıklıkları nedeniyle yaşamını yitirmektedir (Mensah et al., 2019; WHO, 2021). Bu durum, söz konusu hastalıkların sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sağlık sorunu olduğunu da açıkça göstermektedir.

Ne var ki, bu kadar yaygın ve yıkıcı sonuçlara yol açan bir tehdide karşı hâlâ yeterince farkındalık geliştirilmiş değildir. Çoğu birey, risk altında olduğunu ancak klinik bir kriz yaşadığında öğrenmektedir. Bu “sessizlik”, temel bir halk sağlığı sorununu da ortaya koyar: Kardiyovasküler riskler zamanında tanımlanamamakta ve önleyici müdahaleler yeterince erken uygulanmamaktadır (Libby, Ridker ve Hansson, 2009).

Klasik yaklaşımlarda kalp-damar hastalıkları çoğunlukla “kolesterol yüksekliği” ile özdeşleştirilmiş olsa da, modern bilim kalp sağlığını etkileyen çok daha karmaşık bir etkileşim ağını ortaya koymaktadır. Enflamasyon (gizli iltihaplanma süreçleri), oksidatif stres, endotel disfonksiyonu (damarların iç yüzeyinde oluşan bozukluklar) ve metabolik sendrom (örneğin şeker-tansiyon dengesizlikleri) gibi biyolojik süreçlerin rolü artık net şekilde tanımlanmıştır (Hansson, 2005; Ridker, 2003). Günümüzde kullanılan ileri biyobelirteçler; örneğin yüksek duyarlılıklı C-reaktif protein (hs-CRP), lipoprotein(a), Apolipoprotein B, homosistein düzeyleri klasik testlerle saptanamayacak düzeyde erken riskleri belirlemeye olanak sağlar.

Bu testlerin zamanında uygulanması, yalnızca yaşam süresini uzatmakla kalmaz; aynı zamanda kalp krizine veya felce neden olabilecek süreçlerin önüne geçerek yaşam kalitesini de belirgin biçimde artırır (Mendis et al., 2011). Önleyici tıp, bu anlamda modern sağlık yaklaşımının temelini oluşturmaktadır: hastalıkları tedavi etmek yerine, ortaya çıkmadan önce tanımak ve engellemek.

Kıbrıs’ta Kalp Damar Hastalıkları Neden Bu Kadar Yaygın?

Kıbrıs, genetik yatkınlık ile çevresel risk faktörlerinin belirgin şekilde çakıştığı bir coğrafyadır. Geleneksel beslenme alışkanlıkları; özellikle aşırı tuz ve doymuş yağ tüketimi, düşük fiziksel aktivite düzeyi, obezite prevalansındaki artış ve erkeklerde yaygın sigara kullanımı, kalp-damar hastalıkları için temel risk faktörleri arasında yer almaktadır (Yusuf et al., 2004; WHO, 2022). Bu yaşam tarzı unsurları, toplum genelinde metabolik sendrom sıklığını da artırmakta; hipertansiyon, dislipidemi ve insülin direnci gibi sessiz seyreden bozuklukların daha erken yaşlarda ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Ng et al., 2014; Mensah et al., 2019).

Kuzey Kıbrıs’a özgü mortalite verileri, bu risk faktörlerinin kardiyovasküler sonuçlara dönüştüğünü açıkça göstermektedir. 2007–2016 dönemine ait epidemiyolojik analizler, iskemik kalp hastalıklarının bölgedeki en yaygın ölüm nedeni olduğunu ortaya koymuştur. 2007 yılında tüm ölümlerin %31.78’i iskemik kalp hastalığına bağlı olarak gerçekleşmiş; bu oran ilerleyen yıllarda daha da artmıştır (Yücel et al., 2020). Erkeklerde bu hastalığa bağlı ölüm oranı, kadınlara göre yaklaşık 1.9 kat daha yüksektir (Yücel et al., 2020).

Kıbrıs Cumhuriyeti genelindeki (Güney Kıbrıs) veriler de benzer şekilde kalp-damar hastalıklarının baskın morbidite ve mortalite nedenleri olduğunu doğrulamaktadır. 2021 yılı verilerine göre, kardiyovasküler hastalıklar tüm ölümlerin yaklaşık %34.6’sını oluşturmaktadır; yaşa göre ayarlanmış mortalite oranı ise 100.000 kişi başına yaklaşık 185’tir (World Heart Federation, 2024). Bu ölümlerin önemli bir kısmını iskemik kalp hastalıkları ve inme oluşturmaktadır (OECD, 2023). Bu oranlar, Kıbrıs’ın Avrupa ortalamalarının üzerinde bir kardiyovasküler hastalık yükü taşıdığını göstermektedir.

Bu veriler ışığında, Kıbrıs’ta önleyici sağlık stratejilerine duyulan ihtiyaç oldukça açıktır. Erken dönem taramalar, hs-CRP gibi inflamasyon biyobelirteçlerinin takibi, metabolik parametrelerin düzenli izlenmesi ve toplum genelinde yaşam tarzı müdahalelerinin yaygınlaştırılması, bölgesel kardiyovasküler mortaliteyi azaltmak adına kritik öneme sahiptir (Mendis et al., 2011). Önleyici tıp, yalnızca bireysel sağlığı korumakla kalmaz, aynı zamanda sağlık sistemleri üzerindeki ekonomik yükü de azaltır.

Artık Sadece Total Kolesterole Bakmak Yetersiz

Geleneksel kardiyoloji pratiğinde LDL (düşük yoğunluklu lipoprotein) genellikle “kötü kolesterol”, HDL (yüksek yoğunluklu lipoprotein) ise “iyi kolesterol” olarak tanımlanmıştır. Bu sınıflandırma, kolesterol metabolizmasının halk düzeyinde anlaşılmasını kolaylaştırmak amacıyla popülerleşmiş olsa da, son yıllarda birçok bilim insanı bu yaklaşımın hem biyolojik temelden yoksun hem de klinik açıdan yanıltıcı olduğunu savunmaktadır.

Her şeyden önce, LDL ve HDL’nin kendilerinin birer kolesterol molekülü olmadığı, yalnızca kolesterolü ve diğer lipidleri taşıyan lipoprotein yapılar olduğu gerçeği göz önüne alınmalıdır. Bu nedenle, bu yapıları “iyi” ya da “kötü” olarak etiketlemek biyolojik gerçeklikle örtüşmez (Attia, 2023). Bu tür terimlerin bilimsel değil, halkla ilişkiler temelli olduğu; ancak karmaşık fizyopatolojik süreçleri basitleştirerek yanlış anlamalara yol açtığı vurgulanmaktadır.

Dahası, LDL’nin aterosklerotik risk üzerindeki etkisi yalnızca taşıdığı kolesterol miktarına değil, aynı zamanda parçacık sayısına (LDL-P), parçacıkların boyutuna ve yoğunluğuna da bağlıdır. Özellikle küçük, yoğun LDL partiküllerinin damar endotelinden daha kolay geçerek oksidasyona uğrama ve plak oluşumuna yol açma potansiyelinin daha yüksek olduğu gösterilmiştir (Sniderman et al., 2019). Bu durum, yalnızca LDL kolesterol düzeyine bakarak yapılan risk sınıflandırmalarının yetersiz olabileceğini ortaya koymaktadır.

HDL, uzun yıllar boyunca “iyi kolesterol” olarak değerlendirilmiş; plazmadaki düzeyinin artması genellikle koruyucu bir faktör olarak kabul edilmiştir. Bunun temelinde HDL’nin ters kolesterol taşınmasında (reverse cholesterol transport), anti-enflamatuar ve anti-oksidatif özelliklerinde oynadığı rol yer alır (Rosenson et al., 2016). Ancak bu geleneksel yaklaşım son yıllarda sorgulanmaya başlanmış, HDL’nin miktarından ziyade fonksiyonel kapasitesinin klinik sonuçlarla daha yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir. Özellikle HDL partiküllerinin inflamasyonu baskılayıcı ve kolesterolü arter duvarından geri taşıma kapasitesinin değişken olması, HDL’nin yalnızca yüksek olmasıyla güvenli kabul edilemeyeceğini ortaya koymaktadır (Rohatgi et al., 2014).

Dahası, bazı bireylerde gözlemlenen çok yüksek HDL düzeylerinin (örneğin >100 mg/dL) paradoksal şekilde kardiyovasküler riskle ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Bu durum genellikle HDL’nin yapısal ya da fonksiyonel bozukluklarına, oksidatif modifikasyonlara ya da taşıdığı proteinlerin (örneğin paraoksonaz-1, apolipoprotein A-I) biyolojik etkilerinin değişimine bağlı olabilir (Ko et al., 2016). Bazı genetik mutasyonlar (örneğin CETP inhibitörü taşıyan bireyler) HDL düzeyini yükseltirken, HDL’nin anti-aterojenik işlevlerini bozabilir ve bu da klinik olarak nötr ya da olumsuz etkilere yol açabilir. Ayrıca, bazı inflamatuvar ve otoimmün hastalıklarda HDL düzeyi yüksek olmasına rağmen fonksiyonel olarak “bozulmuş HDL” (dysfunctional HDL) özelliği gösterebilir (Besler, Luscher and Landmesser, 2012).

Bu bulgular, HDL’nin klinik yorumlanmasında sadece nicel verilere değil, aynı zamanda bağlamına ve bireyin metabolik durumuna dikkat edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla HDL’yi “ne kadar yüksekse o kadar iyi” şeklinde değerlendirmek, modern lipidoloji ve kardiyovasküler risk analizine artık uygun düşmemektedir.

Tüm bu bulgular ışığında, “iyi” ve “kötü” kolesterol kavramlarının klinik karar alma süreçlerinde yeterli açıklayıcılığa sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Kardiyovasküler riskin değerlendirilmesinde partikül bazlı lipid analizleri, inflamatuar belirteçler, insülin direnci göstergeleri ve genetik yatkınlık gibi faktörlerin de dikkate alınması gerektiği artık geniş kabul görmektedir. Bu bağlamda, güncel bilimsel anlayış, bireyin sadece LDL ve HDL düzeylerine değil, daha kapsamlı bir metabolik risk profiline göre değerlendirilmesini önermektedir (Attia & Agatston, 2023).

Yeni Nesil Risk Belirteçleri:

ApoB (Apolipoprotein B)

Kandaki “aterojenik” yani damar tıkayıcı partiküllerin gerçek sayısını ölçen en doğru testlerden biri Apolipoprotein B (ApoB) düzeyidir. Geleneksel olarak kardiyovasküler hastalık riskini belirlemede LDL kolesterol düzeyi esas alınsa da, artık biliniyor ki LDL miktarından çok bu kolesterolü taşıyan lipoprotein partiküllerinin sayısı, yani ApoB konsantrasyonu, ateroskleroz gelişimi açısından daha belirleyicidir. Çünkü her aterojenik partikül (LDL, IDL, VLDL ve Lp(a)) tek bir ApoB molekülü içerdiğinden, kandaki ApoB düzeyi, toplam aterojenik partikül sayısının doğrudan bir göstergesidir (Sniderman et al., 2019).

ApoB düzeyi yüksek olan bireylerde bu partiküller damar duvarına daha fazla temas ederek endotelyal disfonksiyon, inflamasyon ve sonuçta aterosklerotik plak gelişimine neden olur. Bu süreç çoğu zaman belirti vermeden ilerler ve klinik bulgular ancak ileri evrede ortaya çıkar. Bu nedenle ApoB düzeylerinin yüksek olması, “sessiz ama tehlikeli” bir damar sertliği sürecinin işareti olarak görülür (Ference et al., 2017).

2023 yılında yayınlanan European Atherosclerosis Society (EAS) ve European Society of Cardiology (ESC) kılavuzları, ApoB testini kardiyovasküler riskin sınıflandırılmasında birincil biyobelirteç olarak önermektedir. Kılavuzlara göre, özellikle metabolik sendrom, diyabet veya yüksek trigliserid düzeylerine sahip bireylerde ApoB ölçümü, geleneksel lipid profiline göre daha doğru risk değerlendirmesi sağlar (Mach et al., 2023).

Lp(a) – Lipoprotein (a)

Lipoprotein(a), yani Lp(a), genetik olarak belirlenen ve klasik kolesterol testleriyle saptanamayan, bağımsız ve güçlü bir kardiyovasküler risk faktörüdür. LDL partikülüne benzeyen bu lipoprotein, yapısal olarak apolipoprotein(a) adı verilen ek bir protein içerir. Bu yapı hem damar tıkanıklığına (ateroskleroz) hem de pıhtı oluşumuna (tromboz) neden olabilecek çift yönlü bir tehdit oluşturur (Tsimikas, 2017). Lp(a) partikülleri, endotelyal fonksiyonu bozarak inflamasyon ve plak oluşumuna neden olurken, aynı zamanda fibrinolizi baskılayarak pıhtılaşma eğilimini artırır (Berglund et al., 2022).

Lp(a) düzeyleri büyük ölçüde genetiktir ve bireyin yaşam tarzı değişiklikleriyle kayda değer ölçüde düşürülemez. Özellikle Kıbrıs gibi Akdeniz kökenli toplumlarda genetik Lp(a) yüksekliğine daha sık rastlandığı bildirilmektedir. Bu durum, coğrafi ve etnik kökenin Lp(a) düzeylerinde belirleyici olabileceğini göstermektedir (Nordestgaard et al., 2010).

Lp(a) düzeyi yüksek bireylerde total kolesterol veya LDL düzeyleri normal sınırlar içinde olsa dahi, kardiyovasküler risk anlamlı ölçüde artmaktadır. Bu nedenle, Lp(a) düzeyi yüksek olan kişiler, klasik lipid profili normal bile olsa, yüksek riskli grup içinde değerlendirilmelidir (Wilson et al., 2024). Güncel kılavuzlar, özellikle erken yaşta kalp hastalığı öyküsü bulunan bireylerde veya açıklanamayan kardiyovasküler olaylar geçirenlerde Lp(a) düzeyinin ölçülmesini önermektedir (ESC/EAS, 2023).

hs-CRP (High-sensitivity C-Reactive Protein):

Yüksek duyarlılıklı C-reaktif protein (hs-CRP), kronik, düşük dereceli inflamasyonun güvenilir bir biyobelirtecidir. Güncel araştırmalar, aterosklerozun (kalp krizine sebep olan plakların) yalnızca kolesterol birikimiyle değil, aynı zamanda damar duvarında süregelen inflamatuar bir süreçle geliştiğini ortaya koymaktadır (Hansson, 2005). Artık biliyoruz ki miyokard enfarktüsü (kalp krizi) gibi kardiyovasküler olaylar, sadece bir damar tıkanıklığı sonucu değil; inflamasyonun tetiklediği aterosklerotik plak rüptürü ve trombozla da ilişkilidir (Libby, Ridker ve Hansson, 2009).

hs-CRP düzeyinin 2 mg/L’nin üzerinde olması, damar içi inflamasyonun arttığını ve bu bireylerde aterosklerotik plak instabilitesinin daha olası olduğunu gösterir (Ridker, 2003). Bu durum kalp krizi ve iskemik inme riskinin belirgin şekilde artmasına neden olur.

Örneğin JUPITER çalışmasında, hs-CRP düzeyi ≥2 mg/L olan bireylerde kardiyovasküler olay riski, LDL kolesterol düzeyleri normal olsa bile anlamlı şekilde artmış bulunmuştur (Ridker et al., 2008). Bu nedenle hs-CRP, klasik risk faktörlerine ek olarak, damar içi inflamatuar yükü değerlendirmede önemli bir tamamlayıcı parametre olarak kabul edilmektedir.

****

Her ne kadar da yeni nesil testler kalp ve damar sağlığımız hakkında bizlere daha iyi yön verme kapasitesi taşısa da, yine de klasik testlerin de yapılması, ve tüm belirteçlerin birlikte değerlendirilmesi oldukça önemlidir.

Her bireyin, özellikle 35 yaş üzerindeki erkeklerin ve 40 yaş üzerindeki kadınların, risk grubu fark etmeksizin bu testleri yılda en az bir kez yaptırması önerilmektedir. Ailede erken yaşta kalp krizi öyküsü olanlar, sigara içenler, diyabet ya da hipertansiyon hastaları için bu tarama daha da kritik hale gelir. Bu testlerin yapılması yalnızca sayısal bir veri sunmaz; aynı zamanda sizin için en uygun yaşam tarzı değişikliklerini ve gerekiyorsa tedavi planını oluşturmaya olanak tanır.

Risk, fark edilmediğinde en tehlikelisidir.

Kıbrıs’ta giderek artan kalp hastalıklarının önüne geçmenin en etkili yolu, risk faktörlerini erken yakalamak ve harekete geçmektir. Modern laboratuvar testleri, artık sadece “bir şeyler ters gittiğinde” değil, her şey yolundayken kullanılmalıdır. Çünkü sağlıklı olmak, hasta olmamaktan daha fazlasıdır.

Bu testleri Kıbrıs’a ilk getiren kişi olarak kardiyovasküler sağlığınıza bir katkı sunabilmeyi umut ediyorum.

Sağlıklı günler dileklerimle,

 

Dr. Ahmet Özyiğit

Anti-Aging ve Metabolik Tıp Fellow’u
Elite Hastanesi

Bu Yazıyı Paylaş:
Dr. Ahmet Özyiğit
Dr. Ahmet Özyiğit

Dr. Ahmet Özyiğit 1981 yılında Kıbrıs'ın Mağusa ilçesinde dünyaya geldi. Özgen ve Dr. Savaş özyiğit'in üç çocuğunun en küçüğüdür.

1998 yılında lise eğitimini Türk Maarif Koleji'nde tamamladıktan sonra Amerika'nın Kansas eyaletinde ekonomi alanında lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sonrasında yine aynı bilim dalında doktora eğitimini tamamlayan Özyiğit, bu alanda birçok makale yayınlamıştır.

Sonraları tıp bilimine ilgi duymaya başlayan Özyiğit, University of Nicosia Tıp Fakültesi'nde tıp eğitimi aldı. Bu eğitimin yanı sıra Leeds Üniversitesi'nde Klinik Embriyoloji üzerine yüksek lisans sonrasında University of South Wales'den de Endokrinoloji alanında lisansüstü eğitim aldı.

Eklektik bir akademik geçmişe sahip olan Dr. Özyiğit, özellikle kilo verme, metabolizma ve sağlıklı yaşlanma üzerine klinik çalışmalarını sürdürmektedir. American Academy of Anti-Aging Medicine'in aktif üyesi olan Dr. Özyiğit, hastalarına anti-aging, kilo verme ve beyin fonksiyonu iyileştirici tedaviler uygulamaktadır.

Yazılar: 22

Cevap Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir